4. Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Kongresi, Trabzon, Türkiye, 1 - 04 Eylül 2021, ss.72-74
Amerika
Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı Joe Biden geçtiğimiz Nisan ayında yaptığı bir
açıklama ile ABD askerinin Afganistan’daki görevinin 11 Eylül 2021 tarihi
itibariyle sona ereceğini açıkladı. Bu açıklama yaklaşık 20 yıldır
Afganistan’da bulunan ve kimilerine göre işgal kimilerine göre ise destek
kuvvetleri olarak tanımlanan bir askeri varlığın da sona ereceği anlamına
gelmekteydi. Ancak öncelikle NATO’nun Kararlı Destek Misyonu kapsamında
Afganistan’da bulunan 36 ülkenin yaklaşık beş bin askerinin ülkeden ayrılması
planlanmaktadır. Bu gelişme Taliban tarafından bir “zafer” olarak tanımlasa da
geçtiğimiz yılın Eylül ayında Katar’ın ev sahipliğinde Afganistan Hükümeti ile
Taliban arasında gerçekleştiren barış görüşmeleri sonrasında ABD’nin böyle bir
karar alması uluslararası kamuoyu tarafından beklenen bir gelişmeydi. Bu
görüşmelerin açılışında dönemin ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’nun konuşması
zihinlerdeki canlılığını korumaktadır. Pompeo bu konuşmasında tarafları
Afganistan’daki insanlar ve gelecek nesiller için barış yapabilme “fırsatını
yakalamaya” çağırmıştı[1]. Afganistan’daki
insanların ve gelecek nesillerin böyle bir fırsatı yakalayıp yakalayamayacağını
henüz bilemiyoruz; ancak 2021 yılının Temmuz ayı itibariyle ülkenin %85’ini ele
geçirdiğini iddia eden[2] Taliban’a bağlı gruplardan
kaçan Afganistan vatandaşlarının sayısının son 20 yılın en yüksek seviyesine ulaşabileceği
tahmin edilmektedir[3].
Bu öngörüler, Afganistan’dan hâlihazırda başka ülkelere doğru gerçekleşen
düzensiz göç hareketlerinin kitlesel bir göç hareketine dönüşme riskini gündeme
getirmekle kalmıyor; aynı zamanda çok boyutlu insan hakları ihlallerinin de
yaşanabileceği ihtimalini gündeme getiriyor. Bu durum; konunun sadece bölgesel
çatışmalar, kriz yönetimi, çatışma çözümleri, arabuluculuk, ulusal ya da
uluslararası ilişkiler ve güvenlik gibi alanlarda değil; insan hakları, sosyal
adalet, eşitlik, bireyin onuru ve saygınlığı gibi insani değerler açısından da
ele alınması gerekliliğini ortaya çıkarmaktadır. Bu çalışmada söz
konusu/muhtemel göç hareketleri Afganistan-Türkiye hattındaki gelişmeler
üzerinden insan hakları perspektifiyle ele alınacaktır.
İnsan
hakları teorik olarak “temel kişi hak ve özgürlükleri” olarak tanımlanmakta ve
kişilerin herhangi bir ayrım gözetmeksizin, sadece insan oldukları için,
doğuştan temel bazı haklara ve özgürlüklere sahip olduğu düşüncesine
dayanmaktadır. Ne var ki teorik olarak ifade edilen düşüncenin pratik alanda
karşılığı çoğu zaman geçerli olmamaktadır. Bu yüzden insan hakları hem teorik
hem de pratik açından farklı eleştirilere maruz kalmaktadır. İnsan hakları
fikrinin insan haklarının korunması ile aynı anlama gelmediğini ifade eden Harun
Tepe (2018) insan haklarının korunması sorumluluğunu siyaset ve hukuk
kurumlarına yüklemektedir. Öte yandan Hannah Arendt’in (2011; 2021) ifade
ettiği üzere insan hakları kavramının içindeki “hakları” garanti eden
“vatandaşlık” kavramıdır. Vatandaşlık kavramını var eden kurum ise siyaset ve
hukuk kurumlarının birleşiminden oluşan “devlet/hükümet”tir. Bu çalışmanın
konusu özelinde Afganistan’da seçilmiş hükümetin Taliban karşısındaki güç kaybı
pek çok Afganistan vatandaşının sahip olduğu/olabileceği hakları da tehlikeye
atmakta ve onları göç hareketlerine dâhil olmaya itmektedir.
Daha
öncede ifade edildiği üzere Afganistan’dan gerçekleşen düzensiz göç hareketleri
yeni bir gelişme değildir. Göç İdaresi Genel Müdürlüğü (2021) Temmuz ayı
düzensiz göç verilerine göre Türkiye’de hakkında işlem yapılan 62 bin 687
düzensiz göçmenin 25 bin 643’ünü (%40,9) Afganistan vatandaşları
oluşturmaktadır. Geçmiş yıllardaki veriler incelendiğinde de benzer sonuçlar
ortaya çıkmaktadır. İki yıl önce henüz pandemi şartları oluşmadan Türkiye’de
hakkında işlem yapılan 454 bin 652 düzensiz göçmen bulunurken; bu kişilerin 201 bin 437’si (%44,3)
Afganistan vatandaşıdır (Göç İdaresi Genel Müdürlüğü, 2019). Afganistan’dan
Türkiye’ye gerçekleşen bu göç hareketlerinin ara durağını 1979’dan bu yana bir
İslam cumhuriyeti olarak varlığını sürdüren İran oluşturmaktadır. Birleşmiş
Milletler verilerine göre 2020 yılı itibariyle İran’da kayıtlı olarak bulunan Afgan
sığınmacı sayısı 951 bin 142’dir. Kayıt altında bulunmayan düzensiz göçmenlerle
birlikte bu sayının bir milyonun üzerinde olduğu öngörülebilir. Son yıllarda
İran’da yaşanan ekonomik sıkıntılar, politik düzeyde artan baskılar, sosyal
alanda yaşanan ayrımcılık ve dışlamalar nedeniyle yüzbinlerce Afganistan vatandaşı
İran’dan ayrılıp Türkiye’ye gelemeye ya da Türkiye üzerinden Avrupa’ya geçmeye
çalışmaktadır. Üstelik bu çabayı sadece İran’da bulunanlar değil; Afganistan’dan
düzensiz yollarla İran’a gelen yeni gruplar da ortaya koymaktadır. Çeşitli
kaynaklarda (İçduygu ve Karadağ, 2018; Geyik, 2018; Mixed Migration Centre,
2020; Buz, Canlı ve Aygüler, 2021) bu göç yolculuğuna tek başına, eşi ve/veya
çocuklarıyla ya da anne, baba ve/veya kardeşleriyle çıkan yüzbinlerce düzensiz
göçmenin Afganistan’dan çıkıp İran sınırına girişte, bu sınırdan çıkışta ve
Türkiye sınırına girişte farklı insan hakları ihlallerine (şiddet, gasp,
yaralama, istismar, alıkoyma ve tecavüz gibi) maruz kaldıkları ifade
edilmektedir. Bu çalışmada söz konusu/olası insan hakları ihlalleri Hannah
Arendt’in “haklara sahip olma hakkı[4]” kavramı üzerinden ele
alınıp tartışılacaktır.
[1] https://tr.euronews.com/2020/09/12/afganistan-icin-tarihi-bar-s-masas-kuruldu-hukumet-ile-taliban-gorusmelere-baslad- [Erişim Tarihi: 15/07/2021]
[2] https://www.france24.com/en/video/20210709-taliban-claims-to-control-85-of-afghanistan-s-territory [Erişim Tarihi: 15/07/2021]
[3]
https://www.unhcr.org/refugeebrief/the-refugee-brief-9-july-2021/ [Erişim
Tarihi: 15/07/2021]
[4] right to have rights